denemeee
FATİHA SÛRESİ / ASRIN TEFSİRİ
(Fatiha sûresi yedi âyet, yirmi yedi kelime, yüzkırk harftir.)
Meali :
1— Rahman ve Rahim olan Allah adıyla.
2-3-4 — Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, ceza (hesap görülecek, karşılık verilecek) gününün yegâne sahibi Allah'a mahsûstur.
5 — (Allahım!) Yalnız Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz.
6 — Bizi doğru yola ilet.
7 — Nimetine erdirdiğin kimselerin yofuna... Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.
İniş Sebebi
Namaz, Resûlüllah Efendimizin hicretinden birbuçuk yıl önce Mi'râc gecesi farz kılındığına göre, Fatiha-i şerife her namazda okunmak üzere .e Kur'ân-t Kerîm'in özeti mâhiyetinde ya bu tarihten biraz evvel, ya da bundan hemen sonra inmiştir. [1] Bu tesbîte göre, Resûlüllah Efendimiz onbîr ya da onbir bucuk sene Fatihasız olarak namaz kılmıştır. [2]
Ashab-ı kiramdan İbn Abbas'a (R.A.), tabiînden Katade'ye göre bu sû-î~e Mekke'de; Ebû Hüreyre (R.A.), Mücâhid, Ata' bin Yesâr ve Zühriy'e gö-re Medine'de inmiştir.
Diğer bâzılarına göre, bir kere Mekke'de, bir kere de Medine'de inmiştir. Ebû Leys Semerkandî bu sûrenin yarısının Mekke'de, yansının da Medine'de nazil olduğunu söylemişse de garip karşılanmıştır. [3][4]
Sûrenin Diğer İsimleri
Fatiha sûresinin birçok isimleri vardır. İsminin çokluğu onun manasının genişliğine, esnekliğine, kadrinin yüceliğine deiâlet eder.
1. Kur'ân-ı Kerîm'in başlangıcı, sırlarla örtülü mana haznesinin altın anahtarı ve namazda Allah ile kul arasında ilâhî bir şifre olduğu için ona «Fâtiha-tü'l-Kitab (= Kitab'ın başlangıcı, açış anahtarı)» denilmiştir. [5]
2. İlk âyeti veya ikinci âyeti «el-hamdu» kelimesiyle başladığı için ona: «Hamd sûresi» denilmiştir.
3. Kur'ân-ı Kerîm'in temeli ve özeti mâhiyetinde bulunduğu için ona «Ümmu'l-Kur'ân (= Kur'ân'ın anası ve esası)», denilmiştir. [6]
4. Her namazda tekrarlandığı veya bütün Kur'ân'ın yedi ana bölümüne çift kanath yedi giriş kapısı özelliğinde olduğu için ona: «Seb'u'l-me-sânî (=Yedi ikili âyet)» denilmiştir.
5. Akl-i selîm sahipleri için tam ve mükemmel bir rehber, ilâhî be-lâğati hâiz eksiksiz ve kusursuz bir düstur olduğu için ona: «el-Vâfiye - el-Kâfiye (= Yerine getirici -Yeterli)» denilmiştir.
6. İnsanı ruhen ve vicdanen geliştiren, dünya ve âhiret ıstıraplarını dindiren, gönül sıkıntısını giderip ruhî hastalıklara şifâ veren bir belge olduğu için ona: «eş-Şİfâ» denilmiştir.
7. Kur'ân-ı Kerîm'deki mevcud ilimlerin ve ilmî konuların anafikirle-rinin özeti niteliğinde bulunduğu için ona: «el-Kur'ânü'l-Azîm (= Saygıdeğer büyük Kur'ân)» denilmiştir. [7][8]
Fatiha Süresiyle İlgili Hadîsler
— «Fatiha Kur'ân'ın ana temelidir. O, yedi ikili âyet (çift kanatlı yedi giriş kapısıjdır. O, Kur'ân-ı Azîm'dir.» [9]
İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Cebrail (A.S.)ın Peygamber Efendimizin yanında bulunduğu bir sırada Peygamber (A.S.) gökten kapı sesi gibi bir ses duydu da başını kaldırıp: «Bu, göğün bîr kapısıdır ki bugün açıldı; bundan önce açılmamıştır.» dedi. Bir melek o kapıdan inrn. Peygamber (A.S.): «Bu bir melektir ki yeryüzüne indi. Bundan önce o hiç inmemiştir.» diye ilâve etti. İnen melek selâm verdi ve: «Getirdiğim iki nur ile sîzi müjdeliyorum. Bu iki nûr sizden önce hiçbir peygambere verilmemiştir. Bunlar: Fâtîhatü'l-Kitab ile Bakara sûresinin son âyetleridir. Ondan (diğer bir rivayette bu ikisinden} okuyacağın her harf karşılığında sana (sevap ve bir nûr} verilecektir.» [10]
— «Kim bir namaz kılar da onda Ummü'f-Kur'ân'ı, yani Fâtihâ'yı okumazsa, o namaz noksandır, o namaz noksandır, tam değildir.» [11]
Sevgili Peygamberimiz (A.S.), Azîz ve Celîl olan Ailah'dan şu Kudsî Hadîsi naklediyor:
— «Fâtihâ'yı kendimle kulum arasında ikiye böldüm: Yarısı benim, yarısı da kulumundur. Kulumun istediği hakkıdır; kendisine verilecektir.»
Hazret-i Peygamber (A.S.) aynı hadîsin devamında diyor ki:
Bir kul «el-Hamdulillahi Rabbi'l-âlemîn» dediği zaman, Allah Teâlâ:
— «Kulum Bana hamdetti» der. Kul:
— «er-Rahmâni'r-Rahîm» dediğinde, Allah Teâlâ:
— «Kulum Beni umumî ve hususî manada olan merhametle andı; Beni övdü »,der. Kul:
— «Mâliki yevmi'd-dîn» dediği zaman, Cenâb-ı Allah (C.C.):
— «Kulum Beni büyük tanıdı, Bana saygı gösterdi» der. Kul:
— «İyyâke na'budu ve iyyâke nesteîn» deyince, Allah Teâlâ:
— «Bu, Benimle kulum arasındadır. (İbadet kuluma, yardım da bana aittir). Kulumun istediği verilecektir» der. Kul:
— «İhdinâ's-sırata'l-müstekîm..................ve lâ'd-dâllîn (Bizi doğru
yola ilet.. Nîmetine erdirdiğin kimselerin yoluna.. Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil)» dediğinde, Allah Teâlâ:
— «Bu dilek kula aittir. Ona istediği verilecektir.» buyurur. [12][13]
İlmî Yönü
Fâtiha'da geçen Rab kelimesi, terbiyenin kemâle eriştiren bütün yollarını ve inceliklerini içine alan bir sıfattır. Varlık âleminde canlılardan bilinen, bilinmiyen her şeyin -cins ve türüne göre- basamak basamak kemâle doğru yükseldiğini görüyoruz. Meselâ: Bir spermayı inceleyip düşünecek olursak yavaş yavaş nasıl tekâmül ettiğini anlamakta gecikmeyiz. En gelişmiş bir canlı olan insan bedeni, nasıl meydana geliyor? Canlılık birimi olan hücrenin, canlı varlıkların yapı taşı olması ve hayatî olayların cereyan ettiği yer olarak tesbiti ve hücrelerin bağımsız oldukları halde müştere,k iş görmeleri nasıl bir kanuna bağlı olarak faaliyet gösteriyor? Bunlar vücut organlarını teşkil etmek için hiç şaşmadan yerlerini alıyor, yüklendikleri programı kusursuz yerine getiriyorlar. Bu sayede oluşan organlar en mükemmel makinalardan, en büyük kimya laboratuvarlarından daha mükemmel çalışıyor.
İlim adamları bu tedrici tekâmülü, bir tesadüfe değil, değişmiyen bir takım kanunlara bağlamak zorunluğunu meydana koymuşlardır. Çünkü yavaş yavaş, basamak basamak, fakat planlı, programlı tekâmül canlı olan bütün varlıkların özüne yerleştirilmiş ve bu bir zaruret halini almıştır. Bu zaruret, illiyet (kozalite = sebeplilik) prensibi içinde gerçekleşerek bir maksada doğru yükselir.
Böylece ilâhî irâde kanunu, Rab sıfatını incelik ve derinliğiyle bize hatırlatmakta ve tekâmülün bu kanuna bağlı bulunduğunu en vecîz bir ifâdeyle beyân etmektedir.
Ancak bizim anlatmak istediğimiz tekâmül ve terbiye, Darvvîn'in[14] İnsanın Menşei adlı eserinde bahsettiği tekâmül değildir. Ona göre hayvanlarla insan türü arasında zaman bakımından bîr öncelik-son-ralık vardır. İnsanın hayvandan geldiğini ve maymunun buna canlı bir misal teşkil ettiğini iddia eder. Hemen söyliyelim ki, bu iddia ve varsayım artık günümüzde hücre ve gen üzerindeki ilmî araştırma ve çalışmalar karşısında değerini kaybetmiştir. Zamanımızın biyologları, canlıların türüne ve her türlü özelliğine göre kendine benziyen canlılardan meydana geldiğini kesin olarak ortaya koymuşlardır. Çünkü canlı maddenin en büyük vasfı ve onu cansız maddeden ayıran en önemli fonksiyonu özümleme ve
özümlenmedir. Bu da fizik ve kimya nev'inden değildir. Yalnızca organizasyona aittir.
Darwincilik'in türler arasındaki intikal teorisinin iflas ettiğini meydana koyan New York İlim Akademisi Eski Başkanı A. Gressy Morrison diyor ki:
— «Hayat için elzem ilk şart bugün bizim bildiğimiz fakat Darvvin'in bilmediği birtakım olaylarda kendini göstermektedir. Meselâ: Gen harikası gibi. Bu gen denen şeyler o kadar anlatılmıyacak kadar küçüktür ki, yeryüzündeki mevcut bütün canlıları meydana getiren gen'Ierin hepsini bir araya toplasak bir yüksüğü bile doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu g e n'ler ve onların adaşları kromozomlar her canlı hücreye yerleşirler ve bütün insan, hayvan ve bitkileri hususiyetiendirir-ler. Bir yüksük, iki milyarı aşan insan nüfusunun ayrı ayrı bütün ferdî hususiyetlerini içine alamıyacak kadar küçüktür ama bu husustaki gerçekler tereddüde yer bırakmamaktadır.
Öyle ise gen denen bu şey nasıl olur da bir sürü baba ve dedelerin özelliklerini içinde gizliyor ve nasıl oluyor da inanılmtyacak kadar küçük bir yerde ayrı ayrı her birinin psikolojisini koruyabiliyor?
İşte burada, g e n'i içine alan ve nesilden nesile geçiren hücrede asıl gelişme-yetişme başlar. Mikroskopla bile görülemiyen küçücük bir gen, içinde hapsedilen birkaç milyon atomun böyle yeryüzündeki bütün hayatı kesin olarak idare edebilmesi niteliği sadece yaratıcı bir bilginden çıkacak derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir; başka hiç bir teoriye imkân yoktur.» [15]
Elektron mikroskobunda hücre-dokuları ve en küçük canlıları inceleyen ilim adamları da Darvvinizm'in türler arasındaki intikal teorisinin iflas ettiğini ve artık bir değer taşımadığını, biyolojik araştırma sonucunda elde edilen bilginin İslâmî görüşle birleştiğini meydana koymuşlardır. Özetle deniliyor ki:
— «DNA (Dezoksiriboz) kalıtımda esas rolü oynar. Esas olarak hücre çekirdeğinde bulunur. RNA (Riboz) ise bilhassa protein sentezi yapar. Çekirdekçikte ve protop I azmada bulunur. RNA'nın üç çeşidi vardır, her canlıda kendine has özellik taşır. Hücreler bunlar vasıtasıyla kendine yararlı enzimleri (salgıları) yapmak zorundadır. RNA çoğunlukla DNA kontrolü altındadır. DNA tarafından verilen emri alan RNA diğer çeşitleri ile birlikte o hücrenin enzimi için lüzumlu olan aminoasitleri -ki proteinlerin vücuttaki yapı taşlarıdır- her türlü özelliğine has bir şekilde sıraya koyar.
DNA ve RNA'ların her türün özelliğine göre farklılık ve fonksiyon göstermesi bile, DARVVİNİZM'in türler arasındaki intikal teorisinin iflasından başka birşey değildir.»
«Rabbü'l-âlemîn» (= âlemlerin Rabbi) terkibini ilmî yönden şöyle de izah edebiliriz: Var olan her şey ya vâcib, ya da mümkündür. Üçüncü bir ihtimal yoktur. Mümkün ise kendisini vücuda getirecek daha önceki bir illete muhtaçtır ve illetler silsilesinin sonsuz olarak geriye doğru devamı mümkün değildir; vücudu vâcib olan bir mevcudda nihayete ermesi zarurîdir. Onun vücudu İçin bir illete lüzum yoktur. O, bizatihi en yüksek kemâl sahibi ve ezelden beri bütün yönleriyle fiil halindedir; bakasını devam ettirmek için bir şeye muhtaç değildir.
İşte biz bu ilk mevcuda -ki ezelî ve ebedîdir- «Allah» deriz ve bu manayla O, Rabbü'l-âlemin (= âlemlerin yegâne terbiyecisi)dir.
O halde Rab sıfatının âlemîn çoğuluna izâfesiyle birlikte delâlet ettiği terbiye, hayvanlar ve bitkileri basamak basamak türünün özelliğine has bir şekilde kemâle eriştirmektedir.
Ceza (hesap görülecek, karşılık verilecek) günün yegâne sahibi:
Din, ilim ve felsefe bu konuda birleşir. Allah hesap ve ceza gününün yegâne sahibi ve mâlikidir. Çünkü Allah bütün hayır, iyilik ve adaletin kaynağıdır. Bunların -melekût âleminde olduğu gibi- yeryüzünde insan türü arasında gerçekleşmesini ve hedefi olan saadete erişmesini diler. O halde hayır ve adaletin hedefi, diğer bir tâbirle karşılığı saadettir. Ama şu dünyada ekseriya hedefine ulaşmıyan hak ve adaletin, iyilik ve faziletin varlık alemindeki ilâhî irâde ve hayat kanunu icabı mutlaka gerçekleşmesi, hedefine ulaşması lâzımdır. Gerçekleşmediğine göre ikinci bir dünyanın varlığını kabul etmek zarureti doğar. Tabiatiyle öbür dünyada hak ve adaleti te'min edecek bizzat biz değiliz; bunu eşyanın herhangi birinde mevcut bir kuvvetten beklemek de boş ve faydasızdır. Hak kavramını gereği gibi idrâk etmiş bir üstün ilim sahibinin ve onun buyruklarını gerçekleştirecek emsalsiz bir irâdenin var olması gerektir. İşte biz bu ilim ve irâde sahibine «Allah» diyor ve kıyamet günü ancak O'nun hak ve adaleti gerçekleştireceğine inanıyoruz.
Diğer bir izahla:
İyilik ile saadet, kötülük ile azap arasında kuvvetli bir bağ vardır. Böyle olmamış olsaydı iyilik ve kötülük neticesiz kuru birer kavramdan ibaret kalırdı. Meselâ: Bu dünyada «fazilet» kendi sahibini bazen felâkete sürüklemekte; hayırhahlık, mutluluk hedefine ulaşamamaktadır. O halde aksi görünme ve belirti, ikinci bir dünyanın varlığını isbat etmez mi? O.
takdirde bu dünyada mükâfat ve karşılık göremiyen hayır ve fazîletin öbür dünyada görmesi gerekir. Kant'ın da Allah ve âhireti isbatla ilgili görüşünün hareket noktası buna yakındır. [16]
Ahlâkî Yönü
Çoğu insanlar, beşeriyetin asırlardan beri edindiği tecrübelerden ve dinî ahlâktan çıkardığı güzel âdet ve töreleri, hayatın asıl manasım ve yaşama düzenini bir tarafa itip keyfine göre sınırsız bir hürriyet havası içinde yaşamak ister. Gerçi bu, insanda fıtrî (yaratılıştan) bir arzudur; fakat ayarlanmazsa tehlikeli olur; aynı zamanda Allah'ın insan hayatı için koymuş olduğu illiyet kanununa aykırı bir hal alır ve en ağır tokatı yine bu kanundan yer..
İlâve edelim ki: Ferdin mes'ud olması için yalnız sağlık ve aklî denge kâfi değildir; bu ikisi kadar din ve ahlâk da lüzumludur. Sağlık nîme-tini, akıl devletini ölçülü bir şekilde değerlendirerek hedefine ulaştıran bunlardır.
Varlık âlemini değişmez kanunlarıyla arızasız olarak idare eden Al* lah, insanın bu fıtrî aşırılığını ve sınırsız hürriyet içinde yaşama temayülünü sınirlıyacak nitelik ve ölçüde esas ve prensipler koymuştur. Kur'ân-ı Kerîm'in ilk sûresi olan Fâtiha-i şerîfe bunu en mükemmel tarzda kendinde özetlemektedir.
Bütün işlerin başı, düşüncelerin berraklığı, sözlerin büyüleyici te'siri, davranışların gerçek doğrultusu Besmele ile vücud bulur. Çünkü Rahman ve Rahîm sıfatları, iyilik ve hayır duygusunun bütün inceliğini içine alır; canlıların hepsini bu hayrın feyzine eriştirmeyi hedef olarak kendi kapsamında tutar. Amellerin karşılık göreceği günde ise, hak ve adalet, merhamet ve şefkat kavramları düzeyinde gönülden inanmış ve teslimiyet göstermiş kulları ebediyet nîmetine garkeder. Bu bakımdan Besmele'siz başlanan bir iş feyizsiz ve bereketsiz kalır. Allah'ın Resulü buna işaretle büyürdüler ki: «Bismi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm, her şeyin anahtarıdır.», «Besmeleyle başlanmayan bütün (meşru') işler bereketsiz ve kısırdır.» [17]
Görülüyor ki, günlük hayatımızı dinî ve ahlâkî prensipler içinde düzenlememizde, B e s m e I e'nin te'siri çok büyüktür. Diğer taraftan Allah'ın hamde lâyık tek mevcut olduğuna gönülden inanan bir mü'min, geçici servet ve mevki gibi değerlerle böbürlenmez. Her nîmetin ve hayrın Allah'tan geldiğini bilerek son derece mütevazi olur. Allah'ın Rahman ve Rahîm sıfatlarla tecelli edeceğine, kılı kırk yararcasına adaletin gerçekleşeceği günün tek sahibi bulunduğuna, her türlü şüpheden uzak bir itikadla imân eden her insan diğer canlı varlıklara karşı yufka yürekli, temiz kalpli, hassas ruhlu ve arı vicdanlı olmaya çalışır. Bir an oisun hak ve adaletten ayrılmaz ve yaşadığı müddetçe faziletin mücadelesini yapar. Ve işte o zaman hakiki hayat ve saadet başlar.
Görüyoruz ki Allah'a ve âhiret gününe inanmıyan bir insan, biraz şöhret, biraz şeref veya para için hayatı boyunca çalışıp çabalar. Zanneder ki bunlardan birine sahip olursa, o ölçüde tatmin olacak, bunca emek ve mahrumiyetin karşılığını şu ölümlü dünyada görecektir. Oysa takatinin tükenmekte olduğunun farkında değildir, bütün vücudunun uzuvları yıpranmaktadır ve az sonra onu, arzusunu yerine getirmekten âciz bırakacaktır. Böylece ölmek üzere olan bir kimse için refah, servet, şeref manasız kelimelerden ibaret kalacaktır.
Ama kendi yaratilışındaki üstün ve emsalsiz sanatın nasıl işlendiğini ve kim tarafından niçin meydana getirildiğini anlamış olsaydı, bunca çaba ve gayretlerini bir takım zahirî sebeplere bağlamaz, bunun faydasız, manasız ve neticesiz olduğunu idrâk eder; bu idrâk ve imân havası içinde peşin bir saadet istemeksizin hayatının ve çalışıp çabalamasının asıl hedef ve maksadını tayîn etmiş olurdu.
Yarınlara Doğru adlı kitabın sahibi gaye ve hedefini tayîn ve tesbit etmemiş, ya da edememiş bir insan için der ki: «Bir doktor, ipnotize edilmiş bir kadına, meslekdaşlarından birine bir kama şaplamasını telkin eder; telkin edilen doktora saldırır. Bu cinayeti niçin yapmak istediği sorulunca da «Bana fenalık ediyor» cevabını verir.
Bizim için de mesele aynıdır. Sebebini ve maksadını bilmediğimiz hareketlere, yukarıdaki kadının söylediği gibi, kabulü imkânsız saçma sebepler buluruz.» [18]
«İyyake na'budü = Ancak Sana ibâdet ederiz»
Rahman sıfatıyla herkese rahmet kapısını açık bulunduran; inkarcı, eş-ortak koşucu, putperest, ateşperest diye bir ayrım yapmadan bu dünyada herkesi, kabiliyet ve isti'dadına göre merhamet güneşiyle faydalandıran; Rahîm sıfatıyla inanmış ve kulluk görevini yerine getirmiş mü'-minleri öbür dünyada has rahmetine mazhar kılan; yeryüzünde fesat işlenmesin, tuğyan edilmesin, hür olarak analarından doğan insanlar esa-
ret ve kölelik zilletine düşürülmesin diye adaletle hükmetmeyi emreden ve her hak sahibinin hakkının verilmesi için kitap ve peygamber gönderen; amellerin karşılık göreceği kıyamet gününün yegâne sahibi bulunduğunu beyân eden; Fâtiha-i Şerîfe'nin ilk cümlesiyle nankörlüğün saygıdeğer yaratılan insana lâyık olmadığını hatırlatan âlemlerin Rabbi Allah, elbet-teki ibâdet edilmeğe daha haklıdır.
Bunun için «Ancak sana ibâdet ederiz» cümlesiyle ibâdetin kime yapılacağı; hamd v^ şükrün asıl manası, bu ikisinin karşıtı olan nankörlüğün âhirette Rahîm sıfatının nurundan ve feyzinden mahrumiyete yol açacağı ifâde ediliyor.
Bir günde 30-40 defa Fâtiha'yı okuyan kimse, «İyyâke na'budü» hita-biyle Allanma karşı şöyle söz veriyor:
a) Allahım Seni bilip tanıdım. Rahman ve Rahîm olduğunu anladım. Bütün varlığımla Sana borçluyum ve her an rahmetine muhtacım. Bana imân ve sıhhat gibi iki büyük nîmeti bahşettiğin için Sana ne kadar şük-retsem azdır. Övülmeye lâyık olan Sensin,.
b) Yaşadığım müddetçe Sana hamdedeçeğim, asla nankörlük yap-mıyacağım..
c) Hiç bir fâniye kulluk etmiyeceğim, hiç bir fâninin önünde eğilmi-yeceğim.
d) Bütün söz ve hareketlerimi, düşünce ve tasarılarımı. Senin çizmiş olduğun çerçeve dahilinde düzenleyip değerlendirmeye çalışacağım.
e) Kıyamet günü Senin yüce adalet divanında hesap verirken mahcup olmamak, ebedî rüsvaylığa düşmemek için bu dünyada hak ve adaletten ayrıimıyacağım.
İşte Fatiha sûresini bu imân ve bu idrâk içinde okuyan mü'minler her gün ve her saat ahlaken yükselir, vicdanen arınır, insan-ı kâmil olma basamaklarında başarılı olur.
Ayrıca Besmele ile Hamdele, kötü âdetlerin, zararlı ideolojilerin, gayr-i ahlâkî ve gayr-i insanî bütün davranışların önüne bir sed çeker, insana, insan olduğunun hikmetini öğretir. [19]
İçtimaî Yönü
«(Ailahım!) Yalnız Sana ibâdet eder ve ancak Sen'den yardım dileriz.»
Bu iki cümleden, sosyal yapımızı madde putperestliğinin aldatıcı ve büyüleyici te'sirinden kurtarma çarelerini, ilâhî nizama uymanın huzur dolu nimetlerini ve böylece millet olarak birlik ve beraberlik içinde uzun ömürlü olmanın yollarını ve açık sebeplerini öğreniyoruz.
«Yalnız Sana ibâdet ederiz.» cümlesi, kul ile Allah arasındaki münasebetin ilâhî nizama göre uygulanmasını, arayerde vasıta bulundurulmaması™ telkin ediyor. Cemiyetin iç huzur, birlik ve beraberlik gibi temel meselelerinin ancak Hakk'a, cemaatleşme şuuru içinde ibâdet etmekle mümkün olacağına işaret ediliyor.
Ayrıca mef'ulün fiile takaddümü, Allah'tan başka hiç bir varlığa ibâdet etmenin caiz olmadığını; peygamberler dahil hiç bir insanın önünde eğilmenin doğru bulunmadığını ifâde ediyor.
Bu bakımdan fertleri ilâhlaştırmanın haram olduğuna dikkatimiz çekiliyor. Çünkü kula kul olmak, insanı insanlık şeref mertebesinden indirir, bayağı bir mahlûk seviyesine düşürür. Cemiyet ve milletin benliğini öldürür; vicdanları silik hale getirir; millî, dinî ve ahlâkî bütün değerleri kökünden söküp çıkarır. Bu yüzden halk, Fir'âvn'a tapanlar gibi şuursuz bir kitle olur.
«Ancak Sen'den yardım isteriz.» cümlesi, bize şu hususları öğretiyor:
a) Bütün kuvvet ve kudret ilâhî irâde ve meşietten sadır olur. Allah yegâne kuvvet ve kudret kaynağıdır.
b) Bütün kuvvet ve saltanatlar bu irâdeyle mahkûm olur. Çünkü varlık âleminde tek hükümran olan Allah'tır; diğer bütün saltanatlar iğreti ve geçicidir.
O halde cemiyetler ve milletler ve onları idare eden kadrolar her ân Allah'a yönelerek yardım istemeli ve O'nun üstün irâde ve kudretine boyun eğmelidirler. Aksi halde dağılıp yıkılmaya mahkûm olurlar. Tarih boyunca yıkılan medeniyetler, silinen imparatorluklar bu yüzdendir.
Cemiyet ve milletlerin tuğyan ve isyanını ancak Hakk'ın irâdesine bağlı sağlam bir akide frenleyip zararsız hale getirebilir. Ve bu akide kuvvetiendikçe cemiyetin sosyal ve ruhî yapısı gelişir; o kadar ki, bütün kalbler biraraya gelip tek kalb halini alır ve bir ağızdan: «Bizi doğru yola ilet. Nimetine erdirdiğin kimselerin yoluna.. Gazaba uğrayanların ve sa-pıklannkine değil...»
Duasını yaparak kulluğun asıl manasını ifâde etmiş olurlar. [20]
«Rabbü'l-Âlemîn» Terkibinin Delâlet Ettiği Eğitim Sistemi
İslâm dini, bütün hüküm ve prensipleriyle aynı zamanda bir terbiye ve ahlâk sistemidir. Terbiye ve ahlâk ise, ferdî gayretten ziyâde sosyal ve kültürel faaliyet konusu ve meselesidir. Bu bakımdan Kur'ân'a göre terbiye esaslı bir eğitime dayanır. Ahlâk ve fazilete dayalı bir eğitimin olmadığı yerde dinî terbiye meselesini gerçekleştirmek ve onu asıl hedefine ulaştırmak çok zor ve hattâ imkânsızdır.
Bu nedenle İslâm dini eğitime geniş yer vermiş ve hemen her konuda bunun ana prensiplerini belirlemiştir. Kur'ân'da gerçek eğitimden ayrı ne bir hukukî sistem, ne de bir âhiret mefhumu vardır. Hemen her konuda ahlâk ve terbiyeye müstesna bir yer ayrılmış ve bunun bir sosyal mesele olduğuna dikkatimiz çekilmiştir.
Kur'ân-ı Kertm'de dokuzyüz küsur yerde Rab sıfatının anılması, terbiye ve ahlâka ve bu ikisini olumlu sonuca bağlıyacak eğitime ne kadar ve nasıl yer verildiğini göstermeye kâfidir.
Hadîs-i şerifleri de buna ilâve edecek olursak, binlerce yerde anılan Rab kelimesi hakkında ilim adamlarından bir kısmının tarif ve görüşünü kısmen de olsun nakletmeyi faydalı gördüm. Çünkü o zaman İslâm'ın eğitimle olan ilgisinin oranı daha iyi anlaşılmış olur.
«Rab» kelimesi, aslında mastardır. Beslemek, terbiye edip büyütmek^ demek olup, bundan ism-i fail (sıfat) mübalağası alınmıştır ki, yeteri kadar terbiye edip besleyici manasınadır. Belirli olarak getirildiği zaman, varlık âlemini terbiye edip kemâle doğru götüren, bütün cins ve türlerin ıslahını özelliğine göre tekeffül eden Allah'a sıfat olur. [21]
«Rab», efendi (seyyid) manasına geldiği gibi, işleri düzene koyan, tedbirli, güçlü ve ilgilendiği şeylere hâkim kimseye de sıfat olarak gelir. Belirli geldiği zaman, yarattıklarının durumunu, hal ve istikbalini adım adım kemâle eriştiren Allah'a sıfat olur. [22]
«Dilimizde Arapçadan geçen «terbiye kelimesi, rab ve riba» köklerinden gelir. Bunların anlamları, «beslenmek, tamamlanmak, ziyadeleşmek, toplanmak, artmak, çoğaltmaktır. Terbiye de lügat anlamıyla kısaca tamamlatmak, ıslâh etmektir. Terim olarak da bir şeyi derece derece yetiştirip olgunluğa eriştirmektir.» [23]
«Rab terbiyenin bütün gereklerini taşıyan en olgun ve başarılı terbiyeci anlamına gelir. Terbiye ise, ilgili bulunduğu şeyleri kademe kademe kemâle götürüp eriştirmek ve tamamlamak manasını taşır.»
Allah'a sıfat olarak gelen ve bazen «âlemin» çoğuluna izafe eden Rab kelimesinin delâlet ettiği eğitim sistemine gelince:
Allah'ın yüzlerce âyette kendisini bu sıfatla anmasının sebeplerinden biri de, varlık âlemini, terbiye yoluyla derece derece kemâle eriştirmiş olmasıdır. Bu âlemden mükemmel bir parça olan ve her ân -mükemmelliğini koruyabilmek için- terbiyeye muhtaç bulunan insanoğlu, Rab sıfatından edineceği mana ve metotla terbiyeyi sistemleştirmek ve bunu bir maarif konusu oiarak sosyal hizmetlerin başında ele alıp işlemek zorundadır. Aksi halde yetişen nesil mevcut nizamı alt-üst eder; kâinatta câri olan ilâhî kanunlara (hayat kanunlarına) tuğyan edip, düzensizlik meydana getirir. Böylece yeryüzünde sevgi ve saygıdan, edep ve terbiyeden, huzur ve sükûndan, iyilik ve faziletten, hayırhahlık ve kahramanlıktan pek eser kalmaz.
Çünkü Allah'ın «Rab = terbiye edip yetiştirici» olması, insanların yetişme ve yetiştirme yükümlülüğünü kaldırmaz. Hem Allah'ın «Rab» olmasının diğer manası şöyledir: Beşer güç ve kudretinin dışında olan şeyleri bizzat Allah terbiye edip yetiştirir; onun güç ve kudreti dahilinde olan şeylerin ıslah ve yetiştirilmesini, kemâle doğru basamak basamak eriş-tirilmesini ona bırakır. Meselâ: bir hayvan, ya da bir meyva cinsini ıslah etmek beşer kudret dahilindedir. Bu bakımdan Allah bunların ıslahını insana bırakmıştır. Fakat onu yaratıp türünün özelliğine göre meydana getirmek Allah'a aittir. O kendisine ait olanı yapar, gerisini insana bırakır.
İşte burada ve bu incelikte sorumluluk ve yükümlülük başlar. Kainatta devam edegelen ilâhî kanunlara uygun düşünmek ve hareket etmek başlar...
O halde İslâm ancak eğitimle ahlâk ve fazileti, olgunluk ve düzeni gerçekleştirebilir. Bugün İslâm medeniyetinden, İslâm kültür ve ahlâkından bahsediliyor ve bunun Batı medeniyetine öncülük ettiği kabul ediliyorsa, bu sadece ve yalnız İslâm'ın sistemleştirilmiş eğitiminin eseridir. Bu sayede o devirlerde iyilik kötülüğe zafer bulmuştur. «İyiliğin kötülüğe . zaferi, kötü insanların iyi insan olması demektir.» denildiği gibi. [24]
Fıkhî Yönü
Namazda kıraat farzdır.
Hanefîlere göre: Farz olan mutlak kıraattir. Farz namazların ilk iki rek'atinde Kur'ân okumak farzdır ve bu iki rek'atte Fâtiha-i şerîfeyi okumak vâcibdir. Geri kalan iki rek'atte ise okunması sünnettir. Nafile namazların bütün rek'atlerinde okumak vâcibdir. İmâma uyan cemaatin bir şey (Fatiha veya zamm-ı sûre) okuması tenzîhen mekruhtur Oünkü Haz-ret-i Peygamber (A.S.): «Kimin imamı varsa, imâmın kıraati onun için de kıraattir.» buyurmuşlardır. [25]
Şâfiîlere göre: Cemaatin de Kur'ân okuması farzdır. Mâlikîlere göre: Cemaatin gizli okuması mendûptur.
Hanbelîlere göre: Gizli okunan namazlarda cemaatin okuması müs-tehaptır. Aşikâr okunan namazlarda ise, imâmın durakladığı yerlerde cemaatin okuması müstehaptır. [26]
Bu hususta geniş bilgi için dört mezheple ilgili fıkıh kitaplarına bakılması tavsiye olunur. [27]
Tasavvuf! Yonu
Fâtiha'da geçen ilâhî sıfatlar ve Rab sıfatının âlemîn'e izafesi, bizi imkân sahasına getiren Kaadir-i Mutlak'ın önce kudretini, sonra terbiyedeki rabbânî metodunu hatırlatıyor. Rahman ve Rahîm sıfatlarının tecel-lisiyle vicdanlar üstündeki karartıyı rahmet nuruyla giderme imkânlarını lütfettiğine dikkatimizi çekiyor, Ayrıca Rabbu'i-âlemîn terkibiyle, ledünnî ilimlerin kapısını açıp kalbleri füyuzat-i sübhaniyesiyle, inâyet-i rabbâ-niyesiyle cilaladığını ve bununla önce kendi nefsimizi ve sonra Cenâb-i Hakk'ı bilip kulluk resmiyetini ona göre yerine getirmek üzere gayb âleminden şuhud âiemine intikalimizi en veciz bir ifâdeyle beyân ediyor. [28]
Fahruddîn Râzi'ye Göre Fâtiha'nın Tasavvuf! Yönü
Müfessir Fahruddîn Râzî, Fâtiha-i şerîfe'nin tefsirini özetlerken onu tasavvufî manada ele alarak diyor ki:
— «Dünya âlemi bulanık bir âlemdir. Âhiret âlemi ise, sâf ve temiz bir âlemdir. Bu manayla âhiretin dünyaya nisbeti, aslın fer'a, cismin göl-9eye nisbeti gibidir. Dünyada ne varsa, âhirette mutlaka onun bir aslı
mevcuttur. Böyle olmamış olsaydı, şu dünya dediğimiz âlem değersiz bir serap, boş bir hayal olurdu. Böylece, âhirette de ne kadar bir asıl varsa, mutlaka dünyada onun bir misali mevcuttur. Böyle olmamış olsaydı o, meyvasız bir ağaç, delilsiz bir medlul gibi olurdu.
O halde ruhanî âlem aydınlıklar, nurlar, zevkler ve nihayet lezzetler âlemidir. Hic şüphe yok ki, ruhanî (ruhlarla ilgili) âlem; kemâl ve noksanlık bakımından farklıdır; bu âlemde ruhlardan birinin daha çok şerefli, daha yüce, daha mükemmel ve daha güzel olması, diğer ruhların onun emri ve nehyi (buyruğu) altında bulunmasını gerektirir. Kur'ân-ı Ke-rîm'de buna işaretle buyuruluyor ki: «Bir elçi ki çetin bir kudrete mâliktir. Arşın sahibi (olan Allah) katında çok itibarlıdır.» [29]
Bunun gibi, dünyada da şahısların en şereflisi olan, aynı zamanda bu âlemde en mükemmel, en yüce ve en gönül çekici güzellikte bulunan bir zata ihtiyaç vardır. Başkası ise bu âlemde onun emri altında olmalıdır. Birincisi ruhlar âleminde itaat edilme mevkiinde, ikincisi cisimler âleminde itaat edilme mevkiindedir. Bu ayrıma göre: Birincisi en yüce âlemde, ikincisi en aşağı âlemde itaat edilme, buyruk verme durumundadır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, cisimler âlemi ruhlar âlemine nisbetle gölge ve iz gibidir. Bu nedenle adı gecen iki âlem arasında bir yakınlık, bir ilgi ve kaynaşma gerektir.
Ruhlar âleminde itaat mevkiinde olan, M a s d a r'dir. Cisimler âleminde itaat mevkiinde olan ise, M a z h a r'dir. Masdar olan, meleklerin resulüdür. Mazhar olan, beşerin resulüdür.
İşte bu iki resulle hem dünya, hem de âhiret saadeti tamamlanmış olur.
Bunu anladıktan sonra deriz ki:
— Beşerin resulünün kemâli, ancak Allah'a yaptığı davette kendini gösterir. Bu davet ise, ancak Bakara sûresinin sonundaki yedi mertebeyle tamamlanır.
«Peygamber, Rabbinden indirilene imân etti; mü'minler de hepsi de Allah'a, O'nun meleklerine, kitablarına ve peygamberlerine inandılar ve: «Peygamberlerinden hiç birini (diğerinden) ayırt etmeyiz» dediler.» [30]
İşte bu dört mertebe Mebde1 i tanımaya, bilmeye bağlıdır; bu da rûbubiyeti bilip tanımaktır. Bundan sonra ubudiyeti bilip tanımaya bağlı olan mertebeleri belirtiyor. Bu da iki şey üzerine kurulmuştur: Biri mebde1 (başlangıç), diğeri kemâl... Mebde' olanı, «İşittik, itaat ettik!.» buyruğudur. Zira bu mana, Allah'a gitmek isteyen herkese lüzumludur. Kemâl olanı ise, Allah'a dayanmak ve tamamen ona iltica etmektir. «Ev Rabbimiz! Mağfiretini isteriz..» mertebesi işte budur. Bu mertebe, nazarî ve beşerî olan amellerden, insanî olan taatlerden ayrılıp kopmak; bütün mevcudiyetiyle Allah'a sığınıp O'nun rahmet ve mağfiretini istemektir.
Yukarıdaki dört aslı bilip tanımak sebebiyle Rububiyet'i bilmek hususu tamamlanınca, bu iki asılla da ubudiyet'i bilip tanımak tamamlanmış olur. Ve artık bundan sonra Melikü'l-Vehhab olan Hazret'e gitmek, son dönülecek güne hazırlıkta bulunmak kalır. «Son varışımız ancak Sanadır!.» buyruğu bunu ifâde eder.
Bu yedi mertebeyi bilmek gerçekleşince, bundan duâ ve yalvarıp yakarma mahiyetinde yedi mertebe dallanıp çıkar. Onlar da: «Ey Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorguya çekme. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize ağır yük yükleme.. Ey Rabbimiz!. Gücümüzün vetmiyeceği şeyi bize taşıtma... Bizi affet, bizi bağışla, bizi esirge. Sen Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardım et..»
İşte Bakara Sûresi'nin son kısmındaki yedi mertebeyi, Muhammed Aleyhi's-selâm ruhlar âleminde Mi'rac'a yükselirken zikretmiştir. Mi'rac-dan inince, Masdar'ın eseri Mazhar üzerine feyezan etmiştir ki buna, «Fatiha sûresi»yle tâbir verilmiştir. Namazda kim bu sûreyi okursa; Nurlar, Mazhar'dan çıkıp Masdar'a doğru yükselir. Nasıl ki, Hazret-i Muhammed Aİeyhi's-salâtü ve's-selâm devrinde bu nurlar Masdar'dan çıkıp Maz-har'a doğru inerdi.
işte bu sebeple Peygamber Efendimiz: «Namaz, mü'minin mi'racıdır.» buyurmuştur. [31][32]
Tahüller
Allah, Cenâb-ı Hakk'a has özel bir isimdir. Birçok müfessirlere göre, Allah lâfzı herhangi bir kökten türetilmiş değildir. Tanrı ve Çalap isimleri, Allah lâfzına karşılık olamazlar ve O'nun yerini hiçbir zaman tutamazlar Çünkü «Allah» ismi, yalnız, başlangıcı ve sonu olmayan, varlığı kendinden olan, varlığında hiçbir şeye muhtaç bulunmayan, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan «Yüce Yaradan» hakkında kullanılmış ve O'na has kılınmıştır. Diğerleri ise, Allah hakkında kullanıldığı gibi başka bâtıl ilâhlar hakkında da kullanılır.
Hem özel isimler terceme olunmaz; bağlı bulunduğu dilde nasıl kullanılıyorsa, başka dillere nakledilince de aynı şekilde kullanılır.
BESMELE, «Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm»in kısaltılmış şeklidir. Kur'ân-ı Kerîm'de Beraet sûresi müstesna diğer bütün sûrelerin başında gelen Besmele'nin Kur'ân'dan birer âyet olup olmadığında görüş farkı vardır:
İmâm Şafiî ve ilmine güvenilir âlimler, Besmele'nin Kur'ân-ı Kerîm'-den olduğunu ve her sûrenin başında gelen Besmele'nîn o sûreden bir âyet sayıldığını kabul ederler. Bu bakımdan İmâm Şafiî mezhebinden olanlar, aşikâr kılman namazlarda Besmele'yi de aşikâr okurlar. Çünkü o da başında bulunduğu sûreden bir âyettir, okunması lâzımdır. [33]
Ashab-ı Kirâm'dan İbn Abbas, İbn Ömer ve Ebû Hüreyre'nin, (Allah hepsinden razı olsun), Tabiînden Saîd bin Cübeyr, Atâ', İbn Mübarek ve bir rivayette de İmâm Ahmed'in bu hususta görüş birliği vardır. İmâm Beyhakî bunun böyle olduğunu Hazret-i Ali (R.A.)den rivayet etmiştir. Zührî ve Sevrî'den yapılan rivayetler de buna yakındır.
İmâm Evzaî, İmâm Mâlik ve İmâm Ebû Hanîfe'ye göre. Besmele, ne Fatiha'dan, ne de diğer sûrelerden bir âyettir. Ancak sûrelerin başına fasi ve teberrük için konulmuştur. [34]
Birincilerin Delili:
a) Hazret-i Ümmu Seleme'den (R.A.) yapılan rivayette : Peygamber (A.S.) namazda Fâtiha'nin evvelinde Besmele okudu ve onu Fatiha'dan bir âyet saydı, denilmektedir. [35]
b) Hazret-i İbn Abbas (R.A.): «Andolsun ki biz sana tekrarlanan yedi (âyet-i kerîme)yi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik.» [36] mealindeki âyette geçen «Seb'an mine'l-mesânî = tekrarlanan yedi (âyet-i kerîmejden mu-rad, Fatiha süresidir» diyor. Kendisine: «Bunun yedinci âyeti nerede?» diye sorulduğunda, «Bismi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm»dir, diye cevap veriyor.
c) Dâre-Kutnî'nin Ebû Hüreyre (R.A.)den yaptığı bir rivayette, Peygamber (A.S.): «el-Hamdu'lillahi'yi okumak istediğinizde önce Bismi'lla-
[37]hi'r-Rahmânî'r-Rahîm'i okuyun. Çünkü bu sûre Kur'ân'in anası, Kitab'ın temelidir ve tekrarlanan yedi âyettir. Besmele ondan bir âyettir.» buyurmuşlardır. [38]
d) Sahîh-i Müslim'in Enes bin Mâlik (R.A.)den naklen çıkardığı bir hadîste, Hz. Enes diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz aramızda oturuyordu. Bir ara uyuklar gibi oldu ve sonra tebessüm ederek başını kaldırdı. Biz Onun bu halini merak ettik ve:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Sizi güldüren şey nedir? diye sorduğumuzda, şu oevabı verdi:
— «Şimdi bana bir sûre indirildi,» buyurdu ve «Bismi'flahi'r-Rahmâ-ni'r-Rahîm» diyerek, «İnnâ a'teynâ» sûresini sonuna kadar okudu. [39]
e) Ashab-ı Kirâm'ın -Berâet sûresi hâriç- her sûrenin evvelinde bir Besmele yazması, Besmele'nin her sûreden bir âyet sayıldığını göstermektedir. Çünkü Ashab-ı Kiram (Allah hepsinden razı olsun). Kur'ân-ı Ke-rim'e ondan olmayan bir kelimenin ve hattâ bir harfin girmemesi için son derece dikkatli idiler. Zeyd bin Sabit'in (R.A.) Kur'ân'ı mushaf haline sokarken gösterdiği dikkat ve itina bunun açık delillerinden biridir. [40]
İkincilerin Delili:
a) Sahîh-i Buharı ve Sahîh-i Müslim'in Enes bin Mâlik (R.A.) ile Hazret-i Aişe (R.A.) Validemizden yaptıkları rivayette; Peygamber.(A.S.)ın namaza Tekbir ve el-Hamdu lillahi ile başladığı belirtiliyor. Bu rivayetten, Hazret-i Peygamber'in Fâtiha'nın başında Besmele okumadığı neticesi çıkıyor.
b) Cebrâî! (A.S.)ın ilk indirdiği «İkra' bismi Rabbike» âyetinin başında Besmele olmadığı rivayet yoluyia sabittir.
c) Ashab-ı Kiram birçok sûrelerin âyet sayısını belirtmişlerdir, Mese-İâ: «Kevser sûresi üç âyettir. İhlâs sûresi dört âyettir.» demişler ve fakat Besmele'yi bunlardan bîr âyet saymamışlardır.
Fahruddîn Râzî ve emsali müfessirler, birincilerin delil ve dayanağının daha kuvvetli olduğunu ileri sürerek «Besmele Kur'ân-i Kerîm'dendir ve aynı zamanda Fatiha'dan bir âyettir.» hükmüne varmışlardır.
Müfessir Âlûsî, Besmele'nin başında bulunduğu sûrelerden birer âyet olup olmadığını görüş farklarıyla belirttikten sonra, Besemle'nin hem Fâtiha'dan, hem de başında bulunduğu sûreden bir âyet olduğunu kabul ederek isbat sadedinde on altı deiil getirmiştir. Kitabımızın hacmi büyümesin diye nakletmedik. [41]
Besmele hakkında ihtilâf konusu olan diğer bir husus: Besmele, bu ümmete has bir başlama anahtarı mıdır; yoksa diğer ümmetlere de mi verilmiştir?
a) Allâme Ebûbekir et-Tunusî'ye göre, âlimlerin, Besmele'nin bütün ümmetlere verildiğinde ve semavî olan bütün kitaplara bununla başlandığında icmâı olmuştur.
b) es-Sermînî'nin Suyûtî'den yaptığı rivayete göre, «Bismillahi'r-Rah-mâni'r-Rahîm» bütün kitapların fatiha {başlangıcı ve giriş kapısı)dır, demiştir.
c) Müfessir Âlûsî ile bâzı âlimlere göre, bütün semavî kitaplara Besmele ile başlanmıştır; ancak Kur'ân'da olduğu gibi değildir. Çünkü Kur'ân Arapça, diğer kitaplar başka dil üzerine inmiştir. İndiği dile göre Besmele konulmuştur. [42]
H a m d : Yaptığını ve yapacağını kendi isteğiyle, iradesiyle yapan zâtı, dil ile övmeğe denir. Bu övmenin, övgüyü yapana ulaşmış bir iyilik karşısında olması şart değildir. Allah sonsuz iyilik ve kerem sahibi bulunduğu için hamdedilmeğe lâyıktır.
Medh ve şükür ise, bu manada değildir; hamd'ın yerini tutmazlar. Olağan ve sıradan şeyler de medhedilebiiir. Bazen bir insan ilmiyle, faziletiyle methedildiği gibi, uzun boyluluğu, güzel yüzlülüğü ile de medhedilebiiir. Şükür bir iyiliğe karşı kalb, dil ve uzuvlarla meydana konulan «kıymet bilirliğe» denir. Bu bakımdan hamd, şükürden daha umumîdir.
Rab: Yavaş yavaş, basamak basamak terbiye edip büyüten, olgunlaştıran, yetkinlik ve yüksek değere ulaştıran gerçek terbiyeci demektir. Sahip ve mâlik anlamlarına da gelir. Kelime olarak, mübalağalı sıfat manasını taşıyan bîr masdardır.
Alem: «Allah'tan başka bütün varlıkların genel ismidir,» diyenlere göre kelime, erkek ve âkil olanları içine alan ölçüde gelmişse de tağlîb ölçüsünde kullanılmıştır.
Râğıb el-Esfehaniy'e göre: Âlem, «ilm» kökünden türetilmiş bir isimdir. İI m, ma'lûm olan eşyanın hakikatini idrâk anlamında gelir. Bu, ya eşyanın zatını idrâk etmek ya da bir şeyin varlığıyla diğer şey üzerine hükmetmek demektir. O halde Allah'ın varlığı ve birliği mahlûkat bütününün her bir bölüm ve parçasıyla bilinir.
Bazı müfessirlere göre de «Âlem» kelimesinin akıl sahibi kimseleri içine alan bir ölçüde getirilmesi, yeryüzünde mevcut bütün milletlere işarettir. Çünkü hiç şüphe yok ki, Allah yalnız Müslümanların değil, bütün milletlerin Rabbisidir; Rahman sıfatından tecelli eden rahmet ve atıfeti hepsini kapsamış ve kuşatmıştır. Her millet kendi çalışma kabiliyet ve is-ti'dadına göre bu rahmet ve atıfetten nasbîbini alır.
Rab sıfatının âlem kelimesiyle bağıntı yapması, -az yukarıda da belirtildiği gibi- her şeyin değişmez bir kanunla tekâmüle doğru adım adım yükseldiğini ve bu kanunun illetler silsilesinin Allah'a dayandığını hatırlatmakta ve böylece insanları madde putperestliğinden, hayat kanunlarına tuğyan etmekten kurtulmaya davet etmektedir.
Bu tahlilleri özetliyecek olursak:
Canlı cansız, yaş, kum ne varsa hepsi de Allah'ın sonsuz ilim ve kudretinin, terbiye ve merhametinin tasarrufu altındadır. Hiçbir şey ihmâl edilmemektedir. Doğup büyüyen canlıların, yeşerip yükselen bitkilerin hayatlarını değişmez kanunlarıyla düzene sokup biteviye yürüten O'dur. Ve hiçbir şey O'nun ilim ve kudretinin, terbiye ve rahmetinin dışında kalamaz.
Rahman ve Rahîm: Rahmet kökünden gelen müşebbeh sıfatlardır. Rahmet'in lügat manası: Gönül yufkalığı, yürek sızlaması ve üzüntüsüdür. Sıfat olarak getirilmesi, Allah'ın yaratıklara karşı olan esirgeme, bağışlama, koruma ve yarlığamasının devamını bildirmek içindir.
Rağıb el-Esfehâniy'e göre : Rahmet, acınan kimseye iyilik yapmayı gerektiren gönül yufkalığıdır ki, yukarıda verdiğimiz manaya çok yakındır. Bu kelime bazen yalnız acıma anlamında, bazen de yapılan iyilik hakkında kullanılır. Bu itibarla, rahmet, Allah tarafından ise, nîmet vermek, ihsanda bulunmak ve korumak manasını; insanlar tarafından ise, acıma ve gönül yufkalığı manasını ifâde eder.
Hazret-i Peygamber (A.S.), Rabbisinden naklen buyuruyor: «Allah Teâlâ rahmeti yarattığında ona: «Senin ismini kendi ismimden türettim. Kim seni (yerine) ulaştırırsa, Ben de önu (kendime veya rahmetime) ulaştırırım. Seni kesip koparanı (insanlara merhamet etmiyeni, akrobasiyi a ilgi kurmuyanı) {kendimden, rahmetimden) uzaklaştırırım.» [43]
Rahman, taşıdığı geniş mana itibariyle yalnız Allah'a sıfat olarak kullanılır. Zira her şeyi rahmetiyle kuşatıp besleyen O'dur. Rahîm ise, başkası hakkında da kullanılmıştır. Nitekim Peygamber (A.S.) hakkında «Rauf» ve «Rahîm» sıfatları gelmiştir. [44]
Fâtiha'dan Sonra Âmîn Demek
Fâtiha-i şerîfe, Kur'ân'ın özeti olmakla beraber Allah'a karşı yapılan duâ ve niyazın en güzel ifadesidir. Her duadan sonra «âmîn» (Ya Rab, kabul buyur,) demek nasıl müstehabsa, Fâtiha'yı okuduktan sonra da «âmîn» demek hem müstehabdır, hem de teşvîk yollu övülmüştür.
İmâm Ahmed bin Hanbel ve Ebû Davud'un Vâii bin Hacer (R.A.)den yaptıkları rivayette, Peygamber (A.S.) «Ğayri'l-mağdubi aleyhim vele'd-dâllîn» dedikten sonra sesini yükselterek «âmîn» dediği işitilmiştir. Ebû Hüreyre (R.A.)den yapılan bir rivayette ise, Peygamber (A.S.)ın «âmîn» sesini arkasındaki birinci saf duyardı, denilmektedir.
Bu konudaki rivayetlerin ışığı altında:
a) İmâm Ebû Hanîfe'ye göre1, aşikâr okunan namazlarda imâm «âmîn» derse, ona uyan cemaat susar, yani «âmîn» demezler. İmâm unutacak olursa, cemaat gayet hafif söyiiyebilir. Gizli okunan namazlarda ise, cemaat «âmîn» demez.
b) İmâm Mâlik'e göre de böyledir.
c) İmâm Ahmed bin Hanbel'e göre, aşikâr okunan namazlarda imâmın «âmîn» demesiyle ona uyan cemaat de sesini yükselterek «âmîn» der.
d) İmâm Şafiî'ye göre de böyledir. [45] İshak bin Rahuye de aynı görüştedir.
e) Küfe ve Medîne fakîhlerine göre, imâm aşikâr olarak «âmîn» demez. [46]
Âmîn İle İlgili Hadîsler
«İmâm âmîn dediği zaman siz de âmîn deyin. Zira kimin âmîn demesi meleklerin âmîn demesine uygun düşerse, (kul hakkı hariç) geçmiş günahları yarlığanır.» [47]
«İmâm, vela'd-dâllîn, dediği zaman, siz âmîn deyin. Allah (duanızı} kabul eder,» [48]
«Hakikat, Yahudiler bize karşı en çok, Allah'ın bizi eriştirdiği, onların yitirdiği cuma üzerine ve yine Allah'ın bizi kavuşturduğu, onların da sapıtıp kaybettiği kıble üzerine ve bir de İmâmın arkasında âmîn dememiz üzerine hased ederler.» [49]
«Bana namazda ve duada «âmîn» verildi ki, bu benden önce hiç kimseye verilmemiştir. Ancak Mûsâ (peygamber} müstesna.. O, duâ eder, Harun «âmîn» derdi. O halde siz duanızı «âmîn» demekle bitirin. Çünkü Allah ona cevap verip kabul buyurur.» [50]
«Vela'd-dâilîn, okununca siz âmin deyini». [51][52]
Fatiha Süresiyle İlgili Tefsirimizi Özetliyecek Olursak
a) Yedi âyet olan bu sûre, Allah'a hamd ile başlar. Hamd'ın taşıdığı geniş mananın ışığı altında nankörlüğün her çeşidine kapıyı kapar. Böylece Kur'ân, Allah'a hamdetmekle başlar, nankörlüğü yerer; nankörlükten ve nankör olanlardan âlemlerin Rabbisine sığınmayı emretmekle sona erer..
b) Varlık âleminin mükemmel bir terbiye sistemi içinde vücud bulduğunu, her şeyin ilâhî terbiyeyle kemâle eriştiğini; bu nedenle insanların da ancak mükemmel bir eğitim sistemiyle maddî ve manevî varlıklarını devam ettirebileceklerini, huzur ve mutluluğa ancak bu sistemi kusursuz uygulamakla ulaşabileceklerini beyân eder.
c) Varlık âleminin hepsini kapsayan Rahman sıfatıyla, her varlığın kendi kabiliyet, isti'dad ve hareketine göre bu rahmetten nasîbini alacağına, bunun değişmeyen ve kesintiye uğramayan füyuzatınm herkese açık bulunduğuna işaret eder.
d) İlâhî rahmetin başka bir tecellisini ifâde eden Rahîm sıfatıyla; Dünya'da Rahman sıfatına, ondan gelen kesintisiz füyuzata mazhar olan insanlara, işledikleri iyi ve feyizli amelleri karşılığında kıyamet günü fazlasıyia mükâfat verileceğine; yapılan en ufak bir hayrın bile karşılıksız kalmıyacağına ve nihayet bu rahmet dalgasının ancak inanmış, inandığını bilfiil işlemiş, işlediği her amelle ilâhi rızayı kazanmayı arzulamış mü1-minleri içine alacağına müjde veriliyor.
e) «Ceza (hesap görülecek, karşılık verilecek) gününün yegâne sahibidir,» terkibinde geçen Mâlik sıfatıyla: Bu dünyada iyilik yapan, hayır işleyen, hakk'ın müdafaasını vazife edinen, faziletin mücâdelesini gönü! rahatlığı içinde veren; zulmeden, tuğyan eden, hakka tecâvüzde bulunan, nefsanî bütün arzularını -hiçbir sınır ve kanun tanımadan- tatmine çalışan; zulme uğrayan ve nihayet haksızlığa mâruz kalan, işkence gören herkes için bir çezâ ve mükâfat günü, bir hesap ve adalet günü hazırlanmıştır. O günde iltimas olmayacak, rüşvete iltifat edilmeyecek, hatır gönül tanınmayacak, hak ve adalet en hassas ölçü ve terazisiyle meydana konulacak ve hiçbir kimseye zulmedilmiyecek.. İşte böyle bir günün mutlak hâkimi, adalet dağıtıcısı ve yegâne sahibi Allah olacaktır. Allah (C.C.) o gün hesap vermiyecek, hesap soracaktır. Onun mutlak hükümranlığının bir ucu adalete, diğer ucu rahmet ve mağfirete dayalıdır. Ve işte Mâlik sıfatı bütün bunları anlatır..
f) «Yalnız Sana ibâdet ederiz.» Ne güzel söz!. Allah'a inanan kimse inançlarını derhal gerçekleştirmelidir. Çünkü imânın en güzel ve tatlı meyvesi ibâdettir. Kuvvetli imâna sahip kimse ibâdetlerinin üzerine imânının damgasını vurur ve bunu yaparken dünyanın en mutlu insanı olur. İnsanları ilahlaştırma bedbahtlığından kurtulur; hür bir mü'min olma bahtiyarlığına erişir.
Kula kul olmak ne fena zillettir! Hakk'a kul olmak ne büyük şereftir!. Unutmayalım ki, fiil ve hareketlerimiz gücümüzün yettiği yegâne şeylerdir. Onları Allah'a karşı kullukta kullandığımız nisbette güçlü sayılırız.
Ayrıca âyet, cemaatleşme şuuru içinde ibâdete işaret ediyor. Çünkü câmi'lerimiz aynı zamanda birlik ve beraberliğin, bir gaye etrafında toplanmanın geliştiği en mübarek yerlerdir. Mâbedlerde yapılan ibâdetler, geçen olaylar, söylenen sözler bizleri evdekilerden ve sokaktakilerden daha çok te'sir altına alır. Mâbedlerde edindiğimiz bilgi ve aldığımız ruhanî hava, bizi dalkavukluktan, şahıslan putlaştırmaktan kurtarıp îmânın güçlü hürriyetine kavuşturur. Bunun için «Yalnız Sana ibâdet ederiz» derken iki önemli hususu belirtiyoruz: Birincisi, yalnız Allah'a ibâdet edeceğimizi beyân ediyoruz. İkincisi, bu ibâdeti cemaat halinde, diğer bir tabirle cemaatleşmeden doğan birlik, beraberlik, sevgi ve saygı havası içinde yerine getireceğimize söz veriyoruz.
İnsan, Allah'ın yeryüzündeki hayat kanunlarını bildiği ve bu kanun-
lara uygun davrandığı nisbette yardım görür. Doğum ile ölüm çemberi arasında olan hayatımızı bize bahşeden Allah'tır; bu hayat ölüm ile bu çemberini aşıyor ve sonsuz bir hayat iklimine giriyor. İnsan ruhunun en yüksek özleyişi olan bu ikinci hayatı mutluluğa garketmek için, o hayatı bize bahşeden, Rahman ve Rahîm olan, hesap gününün yegâne sahibi olarak bilinen Allah'a gerektiği şekilde ibâdet etmemiz ve yalnız O'ndan yardım beklememiz icab etmez mi?
Allah'tan isteyeceğimiz en büyük yardım, yine Allah'ın nîmetine eriştirdiği sevgili kullarının yürüdüğü yoldur. En yüksek gaye bu yola kavuşmak ve bahtiyar kullarla beraber Allah'a yükselmektir.
İlâhî nîmete erişen peygamberlerin bir kısmını yalanlayıp, diğer bir kısmını öldürmek suretiyle Allah'ın gazabına çarpılan Yahudîlerle, İsâ Peygamberi ve anası Meryem'i ilâhlaştırmak suretiyle sapıtan Hıristiyanların yoluna girmekten kurtulmak ise kul için büyük bir necattır.
Hamdolsun âlemlerin Rabbisi Allah'a!. [53]
İki Sûre Arasındaki Münasebet Ve Bağlantı
Fâtiha-i şerîfe, Allah'ın hamd-u senaya, yürekten övülüp sevilmeye lâyık olduğunu; varlık âleminde tekâmül kanununun câri bulunduğunu; ilâhî terbiye sistemini ve inanmış bir milletin birlik ve beraberlik içinde hayatiyetini devam ettirebilmesinin sağlam bir eğitime dayandığını beyân eder. Kulluğun yolunu, cemaatleşme şuurunu, dinin maksat ve hedefini, hidâyetin nasıl gerçekleşeceğini telkîn eder. Terbiye sistemine uygun yaşayanların Allah'tan yardım istemelerini öğütler; beşer ruhunun özlediği dosdoğru yola erişmenin sebep ve vasıtalarını tanıtır.
ilâhî buyrukları kendi çıkarlarına göre değiştiren, böylece onun semavî niteliğini kaybettiren Yahudîlerin materyalizme giden yollarından uzaklaşmayı, şahısları ilâhlaştınp nankörlüğün en kötüsünü yapan Hıristiyanların teslis yolundan sakınmayı, dimağlara enjekte eder ölçüde hatırlatır.
Sonuç olarak: Allah'ın Rahman ve Rahîm olduğunu, dîn gününün yegâne sahibi bulunduğunu bilerek ona bu bilgi hâlesi içinde hamd-u senada bulunmanın geniş rahmete yol açacağına, nankörlükte bulunmanın ise ilâhî gazaba sebep olacağına bilhassa işaret eder.
Ve sonra Bakara sûresine geçilir. Tevrat'ı kendi çıkarlarına vasıta olarak kullanan, onu maddî menfaatler uğruna değiştiren ve bu sebeple gazaba uğrayan Yahudiler gibi olmamak için Müslümanlara, diğer bir ta-
birle yürekten inanmışlara şu mesaj verilir:
a) «Elîf - Lam - Mîm» şifresine dikkat edin! Bu Kitap (Kur'ân-ı Ke-rîm)in Allah tarafından gönderildiğinde hiçbir şüphe yoktur.
b) O halde Kur'ân'in tek harfi bile değiştirilemez. Aksi halde Tevrat'ın başına gelenler Onun başına da gelebilir. Ama biz onu sınırsız kudretimizle ebediyen tahriften koruyacağız. Çünkü Kur'ân, ilâhî buyruklara uyup yasakladığı şeylerden kaçınarak korunan mü'minleri doğru yola ir-şâd edicidir; onun bu özelliği bakidir.
c) Artık bu Kitab'a uyun, onu hiçbir zaman kendi çıkarınız uğruna değiştirmeyin. Dünyanın geçici servet ve mevkiini ebedî nîmet ve devlete tercih etmeyin!. Sonra Allah'ın hışmına uğrarsınız da yardımcılarınız bile bulunmaz. [54]
[1] Tefsîr-i İbn Kesir C. 1, S. 8
[2] Rûhu'l-maanî-Alûsî : C. I, S. 33 / Tefsîr-i Kurtubî C. 1, S. 115
[3] Tefsîr-i İbn Kesir : C. 1, S. 8 / Rûhu'l-maanî-Alûsî : C. 1, S. 33
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /
[5] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 111
[6] Tirmizî'nin Ebû Hüreyre (R.A.)den yaptığı rivayette, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «el-Hamdu lillah, Kur'ân'ın anası ve esasıdır ve yedi ikili âyettir.» buyurmuştur. Mekke'ye «Ummü'1-kurâ», Merv'e «Ummü'I Horasan» denildiği gibi, Fâtihâ'ya da «Ummü'I-Kitab» denilmiştir.
[7] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 113-114. / RûhuT-roaânî-Alûsî : C. 1, S. 35
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /
[9] Sahîh-i Müslim: Ebû Hüreyre (R.A.)den. Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 116. Âlimlerden bir kısmı bu hadîse dayanarak, Hz. Cibril'in Fatiha süresiyle inmediğini zannetmişlerdir. Halbuki, îbn Âtıyye'nin de dediği gibi, hadîs-i şerif, Cibril'in melekten Önce inip Fâtiha'nın ineceğini bildirmesi, onun bu sûrenin nüzuluna iştirak ettiğine delâlet etmektedir.
[10] Sahîh-i Müslim : İbn Abbas (R.A.)dan
[11] Sahîh-i Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)den
[12] Sahîh-i Buharı - Ahmed bin Hanbel
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /
[14] Darwincilik: Çeşitli hayvan ve bitki türlerinin bir bakıma aynı köklerden geldiğini ve evrimin çağlar boyunca dış te'sirlerle basitten gelişmişe doğru nasıl oluştuğunu açıklar. Darwin, aynı kökten gelen türlerin başkalaşımını, yani soy değişimi gerçeğini ortaya koymak için doğal (tabii) ayıklanma'yı hareket noktası olarak seçer.
[15] İlim, Ahlâk ve Din - M. Rahmi BALABAN / Diyanet İşleri Bşk. Yayınlan
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /18-21.
[17] el-Camiussağîr : C. 2, S. 92 - Abdulkadir er-Rahavî Fi'1-Erbaîn
[18] Dr. Alexis Carrel
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /21-23.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /23-24.
[21] Kamus Tercemesi Osmanlıca : 1/256
[22] Tefsîr-i Kurtubî : 1/135
[23] îslâmiyetin Eğitimimize Getirdiği Değerler : 16
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /25-26.
[25] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 118_ Dâre-Kutnî : Abdullah b Şeddad (R-A.)'dan
[26] Kitabu'1-Fıkh Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa : C. 1, S. 228
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /26-27.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /27.
[29] Tekvir sûresi : 20
[30] Bakara sûresi : 285
[31] Tefsîr-i Kebir / Fahruddîn Râzî : C. 1, S. 266
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /
[33] Tefsîr-i ibn Kesîr : C. 1, S. 16. - Keşşaf Tefsiri
[34] Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1, S. 16-17. - Lübabü't-Te'vîl Fi Maani't-Tenzîl: C. 1, S. 14
[35] Tefsîr-i Kurtubî : îlgili bölüm
[36] Tefsîr-i İbn Kesîr : C. 1, S. 16-17
[37] Lübabü't-Te'vîl Fi Maani't-Tenzîl : C. 1, S. 14-15
[38] Tefsîr-i îbn Kesîr : C. 1, S- 16
[39] Lübabü't-Te'vîl Fi Maani't-Tenzîl : C. 1, S. 14.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /30-31.
[41] Tefsîr-i Rûhu'l-maanî / Âlûsî : C. 1, S. 39-41
[42] Tefsîr-i Rûhu'l-maanî / Âlûsî : C. 1, S. 39
[43] Ebû Dâvud - Tirmizî : Hadisim Hasenün Sahihün
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /31-34..
[45] Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 129
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 34.
[47] Sahîh-i Buharı - Sahlh-i "Müslim : Ebü Hüreyre (R.A.)den
[48] Sahîh-i Müslim : Ebû Mûsâ (R.A.)den
[49] Müsned-i Ahmed : Hazret-i Âişe (R.A.1 dan
[50] Tefsîr-i îbn Kesîr : C. 1, S. 31. Tefsîr-i Kurtubî : C. 1, S. 130
[51] Sahîh-i Müslim ; Ebû Mûsâ (R.A.)den
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /35-37.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 1 /37-38.