sonsuz nur fettullah gulen
Sonsuz Nur
Fethullah Gülen tarafından kaleme alınan eser Allah'ın Resulu nu anlatıyor.En içten şekilde ve sade akıcı diliyle elinizden düşmeyecektir sonsuz nur.
Allahın Resulunu hayatınıza , aklınıza, kalbinze yer etmesine yardımcı olmakla birlikte bir çok bilgiyi, hikayeyide içinde barındırıyor
.Evet Allahın resulunu hiç kimse yeteri kadar anlatamaz.
Ama bu eser en güzel ve en anlaşılır haliyle size onu anlatıyor.Serini ilk kitabı.
KİTABIN Önsözü;
Hz. Muhammed Mustafa'nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mümtaz ve muallâ şahsiyetinin anlatılması, anlatılmaktan da öte O'nun beşeriyetin kurtuluşu için bir çare, insanlığın onulmaz dertleri için bir iksir olarak takdim edilmesi ve hayat-ı seniyyelerinin O Yüce Kamet'e uygunluk içinde tanıtılabilmesi, çoklarının olduğu gibi benim de düşünce ve his dünyamı baskı altına alan ve her yönüyle de önü alınamaz bir arzu ve isteğe dönüşen mühim mevzulardan biri...
O, insanlığın iftihar tablosudur. On dört asırdan beri dünya çapındaki en büyük dâhiler, dev filozoflar ve her biri düşünce semamızın yıldızı nice mütefekkir ve ilim adamları, hep O'nun arkasında el pençe divan durmuş ve O'na hitaben: "Sen, sana mensubiyetle övündüğümüz insansın." demişlerdir.
O'nun büyüklüğüne şu yeter ki, çağımızda bu kadar tahripten sonra hâlâ biz, minarelerden "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" sadâsını duyuyor, Ruh-u Revan-ı Muhammedî'nin her yanda şehbal açtığını müşâhede ediyor ve ruhanîlerle beraber günde beş kez coşuyoruz.. yine O'nun büyüklüğü adına diyebiliriz ki; nesilleri ifsat ve idlâl uğruna içte ve dışta bunca din düşmanının çalışıp gayret göstermesine rağmen, bugün hâlâ çiçeği burnunda ve daha tüyü bitmemiş pek çok delikanlının, hem de "Hakikat-i Ahmediye"yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkıyla anlayıp kavramaları çok zor olduğu hâlde, pervanelerin ışığa koştuğu gibi Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) koşmaları, dünyada benzeri olmayan bir hâdisedir. Zaman, bizim içimizde, sinelerimizde O'na ait hakikatlerden hiçbirini eskitemedi.. evet O hâlâ taptazedir. Çok defa dostlarıma da söylediğim gibi, ne zaman Medine-i Münevvere'ye gitsem, O'nun kokusu beni o derece sarar ki, neredeyse bir adım ötede bizzat kendisine kavuşacak ve diriltici sesiyle "Merhaben, ehlen ve sehlen!" dediğini işitecek gibi olurum. İşte O, bizim içimizde bu kadar tazedir ve gün geçtikçe daha da tazelenmektedir.
Evet, zaman yaşlanıyor, ihtiyarlıyor; bazı düşünceler köhneleşiyor ve değerden düşüyor; fakat inananların sinelerinde Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), her gün daha da açan bir tomurcuk gibi daima yenilenip tazeleniyor.
Zannımca, başkalarının, başka şeyleri anlattığı kadar O'nu anlatabilseydik -ki anlatamadık- başkalarının anlatılmasına imkân verildiği kadar O'nun anlatılmasına imkân verilseydi ve sanata, hayata ait müesseseler O'nu anlatmak için tam seferber olabilseydi, bugünkü nesillerin gönlünde sadece O taht kuracak ve sinelerde sadece O bulunacaktı.. yine de her şeye rağmen, cihanın şarkından garbına kadar gûnâ gûn herkes, elinde testisiyle o "Menhelü'l-Azbi'l-Mevrûd" sözüyle anlatacağım temizlerden temiz, pâklardan pâk kaynağa koşuyor ve o, güneşlere taç giydiren Sultan'ın otağına varmaya çalışıyor.
Evet, bugün başta Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya olmak üzere, hemen bütün dünyada O'nun hesabına bir diriliş müşâhede edilmekte, hemen her yerde Müslümanlar mekikleriyle harıl harıl O'nun düşüncelerini işlemekte, İslâm hesabına incelerden ince dantelalar, kanaviçeler örmekte ve âdeta Müslümanlık yeni bir "Devr-i Saadet" ruhu yaşamakta. İslâm dünyasında da durum daha farklı değil... Bundan bir iki asır evvel muhakemesiz ve safiyane Müslümanlığa ve Müslümanlara alâka duyan insanların yerinde bugün, İslâmî meselelerin ilmini yapan ve ilmin aydınlatıcı tayfları altında Hz. Muhammed Mustafa'ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) iktida eden, okumuş insanlar var... Şimdiye kadar sürekli okumuş kesimi istismar edenler, üniversiteleri, fakülteleri ve diğer okulları bir kısım "izm"ler hesabına kullananlar ve millî müesseseleri küfür hesabına işletmeye çalışanlar, tıpkı aysberglerin çözülmesi gibi artık birer birer çözülüyor ve süratle O'na doğru kayıyorlar.
Yıllardan beri binlerce defa yer değiştirenler; yer değiştirip kendilerine tutunacak bir dal arayanlar; o sistemden bu sisteme, o ekolden öbür ekole koşuşup duranlar, bütün bu çırpınıp durmaların fiyasko ile neticelendiğini görüyor ve şimdiye kadar hiç fiyasko görmemiş Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektebine koşuyorlar. İşte M. Bucaille, R. Garaudy ve daha nice isimleri duyulmamışlar...
Ancak, acaba biz, o sultanlara sultanlığı öğreten Gönüller Sultanı'nı istenilen ölçüde bilebildik mi? Sizi ne diye karıştıracağım? Beş yaşından beri başını secdeye koyan ve O'nun boynu tasmalı, kapısının "kıtmir"i olduğunu söyleyen ben, O'nu tam anlatabildim mi? Veya bildiklerimi size tam duyurabildim mi? Bütün anlatma durumunda olanlara da soruyor ve kendimi de onların arasına katarak diyorum ki; yirminci asır insanlarının gönüllerini coşturacak kadar, o gönüllere fer veren Efendiler Efendisi'ni acaba kendi kıymeti ölçüsünde anlatabildik mi?..
Hayır! Eğer beşeriyet O'nu tanısaydı, O'nun için mecnun olur, yollara düşerdi; ruhları O'nun yâd-ı cemîli sarınca burnunun direği sızlar ve gözleri yaşlarla dolardı, dolardı da, O'nun pâk semtine, peygamberlik dünyasına, tertemiz iklimine girebilmek için ürperir, O'nun aşkının ateşiyle yanan kalbinin küllerine hayat gelsin diye rüzgârın önüne katılır ve hep oraya doğru sürüklenirdi...
İnsan sevdiğini, bildiği ölçüde severken, bilmediğinin de hep düşmanı olagelmiştir. Onun içindir ki, düşmanlarımızın hayat boyu kavga verdiği hususların odaklaştığı nokta, O'nun nâm-ı celîlinin unutturulması ve yeni yetişen nesillerin hep İki Cihan Serveri'ne düşman olarak yetiştirilmesidir. Ne lütufkâr tecellîdir ki, hasımlarımız, O'nun ismini sinelerden söküp atmak istemelerine rağmen, bugün, O'na varmaya engel bütün mânialar ve setler aşınmış ve bilhassa gençlik, tıpkı, günlerce çölün kavurucu sıcağında aç ve susuz ölümle pençeleştiği sırada, yanı başında âb-ı kevser beliriveren bir insan sevinciyle kendini O'nun kucağına salıvermiştir. Elbette ki, o şefkat dolu sine, kendine bu iştiyakla koşanları bağrına basacak ve onları mahrum bırakmayacaktır.
Cuma günleri camileri lebâlep dolduran insanlara bilmem hiç dikkatle baktınız mı? Eğer dikkatle baktı iseniz, onların büyük ekseriyetinin gençler olduğunu görmüşsünüzdür. Dalâlet ve tuğyânın, kendi sistematiği içinde, bütün nesilleri o korkunç vakumuyla çekmesine mukabil, acaba bu gençleri karda kışta, soğuktan tir tir titredikleri hâlde, abdest aldırıp en zor şartlarda camilere koşturan nedir? İsterseniz ben söyleyeyim: Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın kudsî cazibesidir...
Akıl ve havsalamız alsa da almasa da, sineler O Şem'aya, O Güneş'e pervanedir.. çok yakın bir gelecekte, şimdiye kadar bir türlü O'na koşamayıp da kış sinekleri gibi takılıp yolda kalan derbeder ve perişan akıllar, yolda kalışlarına pişman olacak ve ellerini dizlerine vurarak: "Biz niye pervane olup O'na koşmadık?" diyeceklerdir. O zaman belki de birçoğu için her şey bitmiş olacak...
Cihan O'na koşacak, ilim mahfilleri O'nu araştıracak, düşünce iklimine açık sineler O'nun arkasına düşecek; hasımların birçoğu ateşli birer dost olup O'na sığınacak ve sığınıyorlar da... Artık bugün karşı cephenin kıstasları içinde dahi, Hz. Muhammed Aleyhisselâm ağır basmakta ve O'nun büyüklüğü hasım dünya tarafından da itiraf edilmektedir... Allah Resûlü bir hadis-i şeriflerinde: "Ümmetimden on kişi ile tartıldım, ağır geldim. Sonra yüz, sonra bin kişi ile tartıldım yine ağır geldim. O zaman muvazzaf iki melek dedi ki: Bırak, eğer bütün ümmeti ile tartılsa yine ağır gelecek."[1] Nitekim bu da gerçekleşmişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gördüğü bir rüyayı şöyle anlatıyor: "Terazinin bir kefesine ben, diğerine bütün ümmetim konuldu ve ben ağır geldim."[2]
Evet, sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve onlardan sonra gelen, kıyamete kadar da gelecek olan en büyük insanlar, ruhlara nüfuz eden bütün sofî ve mistikler, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn... hepsi bir kefeye konulsa, yine O Gönüller Sultanı ve gözlerimizin ziyası ağır basacaktır. Çünkü varlık O'nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.
O, kâinatın ille-i gâiyesidir.. ve hadis diye meşhur olmuş bir sözde O şöyle anlatılmıştır: "Eğer sen olmasaydın varlığı yaratmayacaktım."[3] Evet, mânâsı anlaşılmayan bir kitabın yazılması abestir. Allah (celle celâluhu) ise abesten münezzehtir. Dolayısıyla, zaman ve mekânın Efendisi gibi gür sesli bir dellâl ister ki, kâinatın mânâsını anlatsın. Yine O'nun gibi bir şârih, bir mübelliğ bulunması lâzımdır ki şu uçsuz bucaksız sema, içindeki ay-güneş-yıldız ve bütün varlık emrine verilmiş olan insan, nereden gelir, nereye gider, neye namzettir... izah ve ilân etsin ve varlığın perde arkasını ruhlara duyursun. Öyle ise O olmasaydı, kâinat da insan da mânâsız olurdu... Hz. Muhammed Aleyhisselâm, eşyaya mânâ kazandıran insandır. O bizim için sevgililerden daha sevgilidir.
Burada, -kendimi mü'minlerin en günahkârı gördüğümü itirafla beraber- bir hissimi anlatmadan geçemeyeceğim. Bunu anlatırken de niyetim şudur: Ben dahi Allah Resûlü'nü bu derece sevebiliyorsam, kimbilir ehliyetli gönüllerde O ne derece sevgiyle tütüyordur... İşte anlatacağım kendime ait hâlet-i ruhiye de bu açıdan değerlendirilmelidir. Yoksa, şahsıma ait bir meseleyi huzurunuza getirmekten teeddüp ederim.
Cenâb-ı Hak, o mübarek topraklara günahkâr yüzümü sürmeyi nasip ettiği zaman, bana Allah Resûlü'nün köyü öyle parlak öyle parlak geldi ve orada bulunmaktan öyle ruhanî bir haz aldım ki, eğer o anda, farzımuhal Cennet'in bütün kapılarından davet edilseydim, inanın hiçbirine gitmez, orada kalmayı tercih ederdim. Aslında Cennet hepimizin arzusudur, oraya girmeyi istemeyen tek bir Müslüman dahi düşünülemez. Her sabah ve akşam dualarımızda, Cehennem'den korumasını ve Cennet'ine almasını Rabbimiz'den isteyip durmuyor muyuz? Bütün bunları kabulle beraber diyorum ki; o anda, şayet nasip olacak olan o yüce pâye verilmek üzere çağrılsaydım, ihtimal, Rabbimden müsaade ister ve Allah Resûlü'nün Ravza-i Tâhire'sinde kalma arzumu söylerdim. Sakın bununla o pâyelere liyakatim olduğunu söylediğim zannedilmesin; sadece Allah Resûlü'ne olan muhabbet ve sevgimi dile getirmek istedim. Yoksa, bütün hayatım boyunca Allah Resûlü'nün sahabesinin en küçüğüne, boynu tasmalı bir köle olmak şerefine erebilmek için yalvarıp dua edenlerdenim. Ve, "Cenâb-ı Hak, yüzümüzü onların ayağının tozuna sürme düşüncesinden bizi bir lahza uzak tutmasın!" (Âmin) duası çok defa vird-i zebânımız olmuştur.
Aynı hâleti, Beytullah'ta da hissetmiştim. Bu duygular belki de hepimizin ortak duygularıdır. Kaldı ki, bu hislerle dopdolu yaşayan sadece ben ve benim gibi birkaç kişi değildir. Allah Resûlü'nün nice karasevdalıları vardır ki, onlara benim anlattığım bu hâlet-i ruhiye çok kaba ve ham gelecektir.
Söz bu noktaya gelmişken bir hatıramı daha arz edeyim: O günlerde milletvekili olan Arif Hikmet Bey'le hacda beraberdik. O, daha önceleri kendi kendine, Medine'ye gidersem bir eşek gibi o mübarek topraklarda yatıp yuvarlanacağım diye söz vermiş. Medine topraklarına ayağını basar basmaz, sözünü yerine getiriyor ve o büyük ruh, kendini yere atıyor ve Medine topraklarında yuvarlanıyor. Orada ve burada ne zaman bu tabloyu hatırlasam gözlerim yaşlarla dolar.
Allah Resûlü bir peygamberdir. Fakat, kendinden önceki bütün nebilerin peygamberlik minaresinden geleceği müjdelenen bir peygamber. Allah, bütün nebilerden, işte bu müjdeledikleri Peygamber'e inanıp yardım edeceklerine dair aldığı sözü, Kur'ân'da bize şöyle hikâye ediyor:
وَإِذْ أَخَذَ اللّٰهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ
"Hatırla ki, Allah peygamberlerden şöyle bir söz almıştı: 'And olsun size kitap ve hikmet verdim. Sonra da yanınızdakileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka iman edecek ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' buyurmuştu. 'İkrar ettik.' dediler. 'O hâlde şahit olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim.' buyurdu."[4]
İşte, o peygamberler de, Rabbilerine verdikleri bu söze sadık kalarak yaşadı ve bütün icraatları ile o istikamette olmaya çalıştılar. Efendimiz, miraca çıktığında da, ruhen O'nun arkasında namaz kıldılar.[5] Evet, başta Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa olmak üzere bütün peygamberler âdeta; O'nun müezzini olmak istiyorlardı. Hz. Mesih, İncil'de "Ben gidiyorum ki zamanın efendisi gelsin."[6]diyerek, O Yüce Nebi'yi insanlığın nazarına veriyordu. Evet, O semaya çıktığı zaman göklerin etekleri mücevherlerle dolmuş; yıldızlar, kaldırım taşları gibi ayaklarının altına serilmiş ve güneş, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ufkuna ulaştığında O'nun tacına sorguç olma sevdasına düşmüştü. Bütün bunlar pervaneler gibi O'nun peygamberliğinin etrafında pervaz ediyordu. Bunlardan ne çıkar;
Şem'a-yı Nûr-i Ahmed'e Cibriller pervane döner;
Nûr cemâlli Muhammed'e melekler pervane döner...
O'nun en zirve noktada temsil ettiği ve bunlarla da bize rehber olduğu beşerî özellikleri de vardı. Meselâ O mükemmel bir aile reisiydi. Hayatının belli bir döneminde tam dokuz hanımı nikâh ve idaresi altında bulundurmuş[7], ama aralarında hiçbir münakaşa ve münazaaya meydan vermemişti. Nübüvvet iksirinin damla damla damladığı o evde yetiştirdiği evlâtları her biri şayet birer asrın hissesine düşmüş olsalardı, o asırları aydınlatacak müçtehitler ve mücedditler olurlardı. Bilmem ki O'nu bu yönüyle kaç kişi tanımaya muvaffak olmuştur?..
Yine O, mükemmel bir erkân-ı harpti. Etrafında hâlelenen bir avuç insanla, dünyaya ilân-ı harp etmiş, nice nice dev sultanların tahtlarını yerle bir etmiş ve nice hükümdarları, kapısının azat kabul etmez köleleri hâline getirmişti. Hem de harp ilim ve tekniğini zâhirî planda hiç kimseden öğrenmemiş olmasına rağmen.
Yine O, ilimlerin varıp kendisine dayandığı kilit insandı. Âdeta, kıyamete kadar olacak hâdiseleri bir ekranda seyrediyor gibi, gaybî bir levhadan okuyup bir bir söylüyordu. O'nun irtihal-i dâr-ı bekâ buyurmasından bunca asır sonra, bugün teknik ve teknolojinin mükemmel imkânları ile araştırmaları neticesinde varılan noktada, herkes Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) on dört asır önce diktiği bayrağı görüyor.. ve Allah'ın (celle celâluhu) haklarında hidayet murad ettiği kimseler, kelime‑i kudsiye-i tayyibeyi söyleyerek Müslümanlık zincirinin nurlu birer halkası hâline geliyorlar. İşte binlerce hâdiseden birisi:
Seyrettiğim bir video kasetinde Kanadalı, kendi sahasında uzman bir çocuk doktoru olan Toronto Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Profesörü Keith Moore, bugünkü teknik imkânlarla ancak keşfedilebilen, çocuğun anne karnında geçirdiği safahâtı Kur'ân âyetlerinden dinleyince أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّداً رَسُولُ اللّٰهِ diyerek O'na teslimiyetini ifade ediyor. Yine bir Japon fizyoloji âlimi, kendi sahası ile ilgili Kur'ân âyetlerini görünce zor telaffuz ettiği hâldeأَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ diyor ve İslâm'a girmede tereddüt göstermiyor.
Evet, görüldüğü gibi ilimlerin tıkandığı yerde Kur'ân menfezler açıyor ve ilimlerin vardığı son nokta da Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlama noktasıyla buluşuyor. Peki ama O'na bunları kim öğretmişti? O, dersini "Alîm" ve "Habîr" olan Allah'tan (celle celâluhu) almıştı. O'nun rahle‑i tedrisinin verâsında Muallim-i Ezelî vardı. Onun içindir ki O'na ait mârifet, zamanın geçmesiyle eskimedi, aksine her geçen gün daha da tazelendi.. ve dünya durduğu müddetçe de tazelenmeye devam edecektir.
Yine O, hiçbir beşere nasip olmayacak ölçüde arkadaşları tarafından sevilen bir insandı. Meselâ "Mâ-i Recî'" Gazvesi sonunda, Hubeyb b. Adiy (radıyallâhu anh), gözü dönmüş, kin ve intikamla köpürüp duran azılı kâfirler tarafından idam sehpasına çıkarıldığında, şu soruya muhatap olmuştu: "Şu anda senin yerine Muhammed'in idam edilmesini arzu eder miydin?" Cevap kesindi, netti, tavizsizdi:
"Hayır, vallahi, benim kurtuluşum pahasına dahi, O'nun ayaklarına bir dikenin batmasına razı olamam." Ve Hubeyb, idam sehpasında verdiği bu cesaret örneğinden sonra ellerini açar: "Yâ Rabbi, buraya gelirken Senin Habibine veda edemeden geldim, benim selâmımı O'na ulaştır." der. Tam o esnada Allah Resûlü ashabıyla oturmuş konuşurken, birdenbire doğrulur ve "Selâm sana ey Hubeyb!" der. Yanındakiler ne olduğunu sorunca da gözyaşları içinde: "Müşrikler Hubeyb'i şehit ettiler. Son anında bana selâm gönderdi ve ben de selâmını aldım." buyururlar.[8]
Aradan asırlar geçmesine rağmen, hâlâ inanan her insanın gönlüne inşirah salan ayrı bir tablo daha: Hz. Sümeyra, Uhud'da Allah Resûlü'nün şehit edildiğini duyunca, soluğu Uhud dağının eteklerinde alır... Orada kendisine şehit olmuş "baban", "kocan", "çocukların" denilip naaşları gösterildiğinde, o bunlarla hiç ilgilenmez ve mütemadiyen her yerde Allah Resûlü'nü arayarak şöyle mırıldanır: "Resûlullah'a ne oldu?" Bir ara "İşte Resûlullah şurada." denince, kendini O'nun önünde yere atar ve كُلُّ مُصِيبَةٍ بَعْدَكَ جَلَلٌ "Artık Sen (hayatta) olduktan sonra bütün musibetler hafif gelir yâ Resûlallah." der.[9] İşte Allah Resûlü kalb ve gönüllerde böyle yer etmişti.
Bir başka misal: Ufuk İnsan, semalar ötesinden davetiye almıştı ve 23 sene kader birliği yaptığı dostlarından artık ayrılacaktı. Bunun için de son günlerinde ashabının yanına biraz mahzun ve mükedder olarak çıkıyordu. O'nun bu hüzünlü hâli sahabeye oldukça dokunuyor olacak ki, Allah Resûlü hane-i saadetine girince her sinede âdeta hazan esintileri duyulmaya başlıyordu. Muaz b. Cebel, Allah Resûlü tarafından vazifelendirilip Yemen'e gönderilmişti.. gidip geliyor; giderken Efendimiz'in mesajlarını götürüyor ve gelirken de, çözüme arz edilmek üzere meseleler ve problemler getiriyordu. Son sefere çıkacağı zaman Allah Resûlü'nün yanına geldi. Duasını alıp ayrılacaktı. İki Cihan Serveri: "Git yâ Muaz; fakat dönüşünde ihtimal ancak benim mescidimi ve kabrimi ziyaret edebileceksin." dedi. Muaz beyninden vurulmuşa dönmüş, kolu kanadı kırılmış, gözleri yaşlarla dolmuş ve âdeta orada yığılıp kalmıştı. Değil Yemen'e gitmek, yerinden kalkmaya dahi mecali kalmamıştı.[10]
Yine O, içtimaî hayata ait bütün problemleri tereyağından kıl çekme rahatlığı içinde halleden bir insandı. O'ndan 13 asır sonra gelen Bernard Shaw, şu sözleri ile bu gerçeği kabul eden yüzlerce karşı cephedekilerden sadece bir tanesi: "Problemlerin üst üste yığıldığı asrımızda bütün müşkilleri bir kahve içme rahatlığı içinde çözen Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşer ne kadar muhtaçtır!" Fazilet odur ki onu düşman da itiraf eder.
Evet, beşer O'na döndüğü zaman, huzur ve itminana kavuşacak, gidip aydınlık ufuklara ulaşacak; derbederlikten, eyyâmın elinde oyuncak olmaktan, dünya ve ukbâ sefaletinden kurtulacak ve insanlık semasına yükselecektir. Aslında, bütün hasım güçlerin engellemelerine rağmen, bu ikinci dirilişin esintileri başladı bile. İşte Kur'ân:
يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُوا نُورَ اللّٰهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ * هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ
"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysaki Allah nurunu tamamlamaktadır; kâfirler hoşlanmasalar da. O ki, elçisini hidayet ve hak din ile diğer bütün dinlere üstün kılmak için gönderdi; müşrikler hoş karşılamasalar da."[11]
Evet, Allah, dinini izhar edecek, muhtaç sine ve gönüller ona koşacak, onda huzura, itminana, emniyete kavuşacak ve daha dünyada iken cennetlere girmiş gibi olacaklardır. Bir dünyanın kâfir ve zalimleri, Asya'nın insanlığı istismar eden münafıkları ve içimizdeki gafiller istemeseler de, sikkeyi basan, tuğrayı elinde tutan ve peygamberlerce Sultanü'l-Enbiyâ olarak kabul edilen, o günde beş defa nâm-ı celîlini dünyaya ilân ettiğimiz Sultanlar Sultanı bir gün mutlaka bütün kalblere girecek ve herkesin sevgilisi, mahbubu, mergubu olacaktır!
O, aynı zamanda bir huzur insanıydı. Bizler kat'iyen biliyor ve inanıyoruz ki, O'nun getirdiği mesaj aynı zamanda bir huzur kaynağıdır.. ve tarih buna en büyük şahittir. İşte insanlığa yeniden bu huzuru tattırabilmenin yegâne çaresi, insanımıza O'nu ve O'nun getirdiği nuru tanıtabilmektir. Zira O, tanındığı nispette sevilecek ve o sevgi sayesinde cemiyetin çehresi değişecektir.[12]
Eskilerin "Dibâce" daha sonrakilerin "Mukaddime" ve yenilerin "Önsöz" dediği bir çerçeve içinde kısaca, Cenâb‑ı Hakk'ın ihsan ve keremine istinat ederek, çeşitli yönleriyle anlatmayı plânladığım İki Cihan Serveri ve Kâinatın İftihar Tablosu hakkında; fihristvari bir şeyler arz etmeye çalıştım.
Aslında O'ndan bahseden her söz güzeldir; güzel olmayan, ifade ve üslûba verilmelidir; ifade ve üslûpta bir kusur varsa o da tamamen bana aittir. Kâinatın Efendisi'ne ait olanlar ise sadece ve sadece güzelliklerdir.
[2] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/76; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 9/58.
[3] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 2/214.
[4] Âl-i İmrân sûresi, 3/81.
[5] Müslim, iman 278.
[6] Bkz.: Yuhanna, Bâb: 16, Âyet: 7-15.
[7] Buhârî, nikâh 4, 102.
[8] Saîd b. Mansûr, Sünen, 2/349; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 5/260; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 4/66.
[9] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-Nebeviyye, 4/50; Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 2/74; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 6/115.
[10] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/235; Bezzâr, el-Müsned, 7/91-92; İbn Hibbân, es-Sahih, 2/414; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 20/121.
[11] Saf sûresi, 61/8-9.
[12] Hz. Ali (radıyallâhu anh), Peygamber Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatırken şöyle derdi: "O'nun (üstün vasıflarını) bilerek sohbetinde bulunanlar, O'nu (her şeyden çok) severlerdi." (Tirmizî, menâkıb 8; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/328; Beyhakî, Şuabü'l'-iman, 2/150)