dinmez oglum dinmez
Dinmez oğlum Dinmez,Uyuyunca dindi Sanırsın
Dinmez oğlum Dinmez,
Uyuyunca dindi Sanırsın
Uyanınca tekrar Başlar,
* * *
— Dinmez oğlum dinmez... Uyuyunca dindi sanırsın, uyanınca tekrar başlar. Bırak yansın, yanmadan olmaz, dedi ve ekledi o delikanlıya çok mu üzüldün?
—Üzüldüm tabii. İnsan nasıl üzülmez, yıkılıverdi gözümüzün önünde. Perişan oldu delikanlı.
— Peki, doğru söyle, ona mı üzüldün yoksa kendine mi?
—Kendime neden üzüleyim, ben gencin hâline acıdım. Yoksa bana ne? "Hıh! Bu hâlâ uyanamamış." diye söylendi, "Bana neymiş..." Sonra yüzünü asmadan yana çevirip, asmanın direğine sürtüne sürtüne mırıldayan kediyi işâret etti. "Bu üzülmedi ama!" dedi. Güldüm kendimi çok akıllı zannederek. Ama o hayvan ne anlayacak ki, niye üzülsün dedim.
—Ama yavrusu tekerin altında kalınca üzülüyor, azarlayınca da küsüyor.
—Dedim ya kedi işte.
—Evet, o bir kedi. Onun bu dünya ile bağları az. Yaşar, yatar, şükreder... Gerisi onu ilgilendirmez. Yani bana ne der. Dünyanın ona ait olan kısmı kadar elem çeker. Ya sen? Hiç tanımadığın bir gencin babası ölmüş diye nutkun tutuldu. Yahu sana ne elin adamından? Sana ne dünyanın bir ucundaki aç insanlardan, hastalardan? Sana ne daha gelmemiş nesillerden. İhtiyarın gözleri dolmaya başlamıştı. Sesi çatallandı. Her yanını bir hüzün sardı. "Bize ne!" diyerek ve sesini alçaltarak göz yaşlarına karıştırdı cümlesini: Bize ne başkasından. Mendilini çıkardı, gözlerini sildi ve devam etti. Öyle değil işte. Çünkü biz insanız ve insanın o kadar büyük bir kalbi vardır ki, bu kalp bütün kâinatı içine alacak genişliktedir. Her gördüğü şeyle hemen alâka peyda eder, kalbinden bir muhabbet ipi atar, ona yapışır. Ama adamı yakan nedir bilir misin? O bağlardan her biri koparken fitilini ateşler, yandırır öyle gider uzaklara. Her gün kaç yangın geçirirdi dünyayı içine alan serçecik gönlüm bilir misin? Hele ihtiyarlayınca hangi muhabbet bağına el atsam, fitilini tutuşturdu öyle gitti elimden. Anam da ipini koparıp gidince öbür tarafa... Madem beni yakacaklar, onlar beni yakmadan ben onları yakayım deyip, urganı hazırladım çıktım dar ağacına. İpimi çekip dünyayı ateşe vermezden önce abdest alıp iki rekât namaz kılayım dedim. Buraya serdim seccademi.
—Buraya mı?
—Evet tam senin durduğun yere.
—E... Ne oldu da vazgeçtin. Sabret de anlatayım. Secdede geldi aklıma. Baktım altımdaki anamın seccadesi. Selâm verdim. Sonra seccadenin de muhabbet bağını çektim. Yani yok saydım, güya zihnimde anamla beraber onu da öldürdüm. Ama olmadı, kopmadı. Anam sağlam yere bağlamış ucunu. Nice asıldımsa, nice yüklendimse olmadı, bir türlü kopmadı. Sonra baktım kopmuyor, diğer bütün bağları, hatta eskiden beni yakanları bile ona bağladım. Sonra kalbime bağladım. Bütün o ağırlığı çekti, ama tek bir teli bile kopmadı. Kopmadığı gibi mâzînin küllerine bile can verdi. İşte o vakit anladım ki, bir dünyanın muhabbetini değil; yüz dünya muhabbetini de ona bağlasam yine kopup hiçliğe gitmeyecek. Çünkü bir ucu kalbime diğer ucu da arşa, ebede bağlı. İşte o andan sonra bir daha kavrulmadım. Az yansam da seccademde de dinginleştim.
—İyi de bu anlattıklarının uyanmakla ilgisi ne?
—Uyanınca canın yanar, belki derman ararsın. Bizim dükkânda derdini bilmeyene derman satılmaz.
...Kaynak:Yağmur Dergisi...